Mübadele Yılları, Ayvalık
Ana Sayfa » Ayvalık, Cunda » Mübadele Yılları, Ayvalık
Yazan-Çizen Cundalı | 2 kişi yorumlamışyorum cunda
Üretim Tarihi: Pazartesi, Aralık 22, 2008

Mübadele yılları ve Ayvalık hakkında yazılmış bu yazı, Sabancı Üniversitesi öğrencisi Emre BÜYÜKÇERÇİ’ tarafından kaleme alınmıştır.

Doğduğu toprakları kolay kolay unutamaz bir insan, orada her ne kadar acı olaylar yaşayıp artık geri dönemeyecek kadar uzak olsa da. Biraz özlem, biraz üzüntü, belki kırgınlık ya da pişmanlık… Kolay değildir, ayrılıktır, doğum yeridir, çok uzaktadır. Lozan’da alınmış bir karar ve öncesindeki savaş dönemi de yaklaşık iki milyon insana bu duyguları yaşattı, onları doğduğu topraklardan tamamen koparıp Ege’nin öteki tarafına attı. Zoraki ayrılık, Ege’nin öteki tarafında şarkılara konu oldu, bu tarafında aradan geçen yılların arkasına saklandı ama unutulmadı. Girit’i, Midilli’yi, Ayvalık’ı, İzmir’i, Selanik’i anılara gömüp halkları bilinmeyene sürükleyen bir karardı bu karar, belki zorunluydu. Yaklaşık bir yıl önce ilk kez geldiğim Ayvalık’ın dar sokaklarında yürürken, kimi terkedilmiş, çoğu ise kullanılan o güzel Rum evlerine hayran hayran bakarken, kiliselerden bozma camileri incelerken mübadelenin sandığımdan çok daha büyük bir olay olduğunu hissettim. Aradan geçen süre beni tekrar bu güzel topraklara, Ayvalık ve Cunda’ya sürükledi. Bu sefer amacım sadece gezmek değil, Ayvalık’ı yaşlıların ağzından dinlemek, onların anılarında mübadeleyi, geldikleri toprakları, Girit’i, Midilli’yi, Rum komşularını, buradaki ilk yıllarını bulmaktı.

 

Lozan Mübadilleri Vakfı internet sayfasından mübadele ile ilgili ayrıntılı bilgiyi alabilirisniz.

 

Çanakkale’den aşağıya inip efsanevi Kaz Dağı’nın – İda – eteklerinde kıvrıla kıvrıla giden yolu takip ederek, görünürden kaybolmadan Midilli’nin ufuktaki görüntüsüne bakmayı da ihmal etmeden gelmiştim Ayvalık’a ilk kez. Bu küçük rota üzerinde tarihi yerlerin yanı sıra ayak basılacak, havası solunacak, insanlarıyla konuşulup manzaraya nazır çay içilecek o kadar çok belde var ki. Assos ya da Truva’nın geçmişine uzanılabilir, Altınoluk’tan, Küçükkuyu veya Yeşilyurt’tan ya da Zeytinli’den bin pınarlı Kaz Dağı’na çıkılabilir. İlk kez buralardan geçerken tüm bunları yapma isteği doğmuştu içimde; ama karış karış gezerek, çoğunluğunu yürüyerek… Ayvalık da bu tarifsiz güzellikten nasibini almış. Yeşille mavi bir güzel harmanlanmış Ayvalık ve çevresinde, ara ara serpiştirilmiş gibi duran adalar da görüntüyü tamamlıyor.

 

Samsun Mübadiller Derneği internet sayfası.

 

Hafif bir yağmur karşıladı beni Ayvalık’ta, bu güzel sabahta sahilde olmak istedim ilk önce. Sarımsaklı plajına gittim, deniz havası soludum. Yazın cıvıl cıvıl olan plaj şimdilik bomboş, benden başka iki insan ve birkaç köpek görünüyor uzakta. Saçlarımı dalgalandıran hafif bir meltem, dalgaların sesi, karşıdaki tepeler, sezonun başlamasını bekleyen oteller ve yavaş yavaş sokağa dökülen insanlar… Taşlı manastıra, Şeytan Sofrası ’na gitmek istiyorum ama tahmin ettiğim gibi yağmaya başlayan yağmur ve yol yorgunluğu beni geri gönderdi. Cumhuriyet meydanında, denize nazır kafeteryalardan birine oturup çayımı yudumladım. Görüş alanımın sağında kanelo – Ayvalık belediyesi – ve ötesinde Cunda adası, solumda küçük liman, tam karşıda Tavuk adası ve en arkada da Hakkıbey Yarımadası’ndan yükseldiği tahmin ettiğim tepe var. Bir anda hızlanıp kısa süren yağmurun ardından kalmayı düşündüğüm pansiyonu aramaya koyuldum.

 

Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi, hakkında ayrıntılı bilgi için Wikipedi

 

Taksiyarhis Pansiyon’un hoş bir havası var. En fazla bir araba alacak kadar geniş bir sokağa bakıyor kapısı. Merdivenleri, balkonları, minderleri pansiyonun kendine özgü atmosferini ortaya çıkarmış. Küçük odam kapısı uzun süre açılmayan yerlere özgü, koklayınca insana değişik duygular yaşatan, kısmen geçmişe götüren o kokuya sahipti. Toz kokusu gibi ama rahatsız etmiyor. Sanki oda eskiden benimmiş de ben gittikten sonra kapanmış, gelişimle tekrar açılmıştı. Yanımda getirdiğim radyomdan Yunan ezgilerini dinlerken gözlerim kapanmaya başlamıştı. Hafif bir şekerlemenin ardından tekrar kendimi dışarı attım, ilk önce Ayvalık’ın ünlü ismi Ahmet Yorulmaz’ın uzun süre başında durduğu; ama artık pek uğramadığı kitapevine gittim. Savaşın Çocukları, Kuşaklar, Girit’ten Cunda’ya üçlemesi ile rehber kitabı Ayvalık’ı Gezerken şu satırları yazmam için bana gerekli ilhamı verdi. Bir mübadilin hayatı ile başlayan roman çekilen sıkıntıları, göçü, Ayvalık ve buradaki yaşamı anlatıyor. Türkiye’de mübadele konusundan yazılan ilk kitap olma özelliğini taşıyor Savaşın Çocukları.

 

Cunda’ya gidip Taş Kahve’de bir kahve içmek için sabırsızlanıyordum. Cunda’yı Lale adasına bağlayan asma köprü Türkiye’nin ilk boğaz köprüsüymüş. Yer yer değirmenler gözüme çarptı, bir tanesi ayakta fakat çalışmıyor, diğer iki tanesi tepenin başında yıkık duruyordu. Cunda da Ayvalık eski yerleri gibi, o daracık sokaklara bakan güzel ve rengârenk evler, kordon boyu sıralanmış dükkânlar, lokantalar, ara sokaklarda pansiyonlar… Havalar ısındıkça masalar, sandalyeler, küçük lokantaların, kafelerin dışına taşıyor, o eski binaların mavi, yeşil, kahverengi, kırmızı panjurlarına uyum sağlıyor. Taş Kahve’de herkes kendi havasındaydı, kimileri oyun oynuyor, kimisi muhabbet ediyordu. Fazla meraklı bakışlara maruz kalmadan dışarıdaki manzaraya bakarak kahvemi yudumladım. Kahvenin içindeki iki büyük ayna dikkatimi çekti. Papazın evi olarak bilinen bina da kaderine terk edilenlerden… İçeriye girmenin bir yolunu bulmaya çalışırken iki büklüm, kamburu biraz çıkmış yaşlı bir amca seslendi bana. Bir tek ricası vardı, çektiğim fotoğrafları başbakana ya da ilgililere göndermem. Sonra kendisinden bahsetti biraz: “ailem 1923’te Girit Resmo’dan gelmiş, 29’da da ben doğdum, benim gibi yaşlıların sayısı onu geçmiyor artık Cunda’da”. Şikâyetini yineledi sonra “buradan cemaat ve çocuklar geçiyor, şu parçalar geçenlerde düştü, burası benim zamanımda ilkokuldu, sonra yetiştirme yurdu oldu. Şurayı yapınca –yandaki binayı göstererek- burası böyle kaldı, bu binayı bugün yapmak kaç milyara mal olur, yazık değil mi? ”. Sonuna kadar haklı, neden sonra sanki biraz utanmış gibi “ben ilkokul mezunuyum” dedi. Söylediklerinden mi çekindi anlamadım. Kendisine teşekkür ettim, elimden geleni yapacağıma söz verdim, tokalaştık; bir parmağı sakattı, kıyafetlerinden de yürüyüşünden de sırtındaki kamburdan da hayatın yüzüne pek gülmediği belliydi. Mübadillerin çektiklerini nasıl anlatabilirim ki? Kendilerini kucaklayan anavatan Türkiye savaşlardan yeni çıkmış, gepgenç bir ülke… Doğdukları topraklar artık “ötekilerin” olmuş, varlıkları orada kalmış, yabancılık hissi ve alışma süreci derken biraz da yolsuzluk vurmuş, ekonomik sıkıntılar baş göstermiş. Göç gibi acı bir olayın üzerine tuz biber olmuş bunların hepsi. Tarihin canlı tanıklarından, birebir onların ağzından dinlemek için gelmiştim buralara. Salt kitaplardan okuyup öğrenmeye çalışmak yavan ya da eksik olurdu, en azından bu konu için. Ayrıca birinci kuşak mübadiller hala hayattayken, olanları onlardan dinleme fırsatını kaçıramazdım.

 

Cunda Adası otelleri, ada konaklayabileceğiniz yerlerin listesi için bakabilirsiniz.

 

Üç saat kadar Cunda’da dolandıktan sonra Ayvalık’a gelirken yorgunluk belirtileri çoktan kendini göstermeye başlamıştı. Ağrımaya başlayan ayaklarım beni odama götürdü, kendimi yatağıma atıp güzel bir uyku çektim. Güneşin batışını izledim, dinginleştim. İlk günün akşamında pansiyonumda kalan bir İngiliz’le tanıştım. David, otuz yedi yaşında ve kırka yakın ülke gezmiş, Türkiye’yi de çok sevmiş. Geceye kadar muhabbet ettik, sabah pansiyondan beraber çıktık, çay içtik, konuştuk da konuştuk, birbirimize yazacağımıza söz verdik, sonra da vedalaştık. O Sarımsaklı’ya gitti, bense Ayvalık sokaklarına geri döndüm. Bir labirentin kollarıymış gibi birbirine bağlanan Arnavut kaldırımlı daracık sokaklarda yürürken ortaya çıkan manzara gerçekten çok tabloymuş gibi duruyor. Dar sokakları nedense çok severim, ülkeler birbirinden farklı olsa da bu sokakların havası aynıydı. Barselona’da, Roma’da, Bari’de, Gaziantep’te, Plaka’da vs. bu havayı hissedebilmiştim. Plaka deyince hatırıma küçük bir dükkân geldi, Atina’nın bu şirin mahallesindeki güzel bir evin giriş katındaydı. Sahibi, Türk olduğumuzu duyunca babasının dilinden bildiği üç beş kelimeyi söyledi: “merhaba, nasılsın, Çanakkale…” Babası Çanakkale’den gelmiş Atina’ya. Adamın belki Ayvalık’tan gelmiş komşuları vardı ve şu an yürüdüğüm tablo misali sokaktaki evlerin birinde oturuyordu. Evlerin değişen renkleri, kırmızı sarımsak taşlarının ince işçiliği ve dışarı uzatılmış bir baş gibi duran cumbalardı bu güzel tabloyu oluşturanlar. Belki bu dar sokakların hepsine girip çıktım, her seferinde bir kez daha hayran oldum, yaşlı teyzelerin meraklı bakışlarına, çocukların beni turist sanıp İngilizce konuşmaya çalışmalarına gülümsedim; hayaller kurdum, bu güzel evlerin birinde yaşadım, verandaya ve pencere önlerine çiçekler koydum, güneş gelince panjurları kapattım, cumbada oturup çay içtim. Gerçek hayata döndüğümde kendimi eskiden kilise olan bir caminin karşısında buldum.

 

Mübadeleden önce, daha doğrusu Balkan Savaşları’ndan ve Yunanistan’ın Anadolu’yu işgalinden önce Ayvalık nüfusunun çoğunluğu Rum, az bir kısmı Türk olduğu için kilise sayısı oldukça fazla, cami sayısı da bir o kadar az. Bu kiliselerden bazısı bugün cami olarak kullanılmakta, bazıları ise acı bir şekilde kaderine terk edilmiş. Karşıma ilk çıkan Çınarlı Camii oldu, önceden Agios Georgis kilisesiymiş ve Ayvalık’ın en büyük camilerinden biri. Gerçekten görülmeye değer bir yapı, içi gayet iyi durumda, Rumlardan kalma yaldızlı işlemeler tavandaki Allah, Muhammed yazılarıyla hoş bir uyuma sahip. Caminin karşısında kendiyle aynı ada sahip küçük bir kahve var, Çınarlı Camii kahvesi yaşlıların deyişiyle. Selam verip gördüğüm tek boş yere, yaşlı iki amcanın masasına sandalyemi çektim. Hallerini hatırlarını sordum. Muhacir – mübadil – olup olmadıklarını sormama gerek yoktu bile. Ayvalık’ın neredeyse tamamı mübadil, hemen herkes doğdukları toprakları terk edip yerleşmiş buraya. Hasan amca başlıyor anlatmaya, 1923’te bir aylık bebekken annesinin kucağında Midilli’den gelmiş Ayvalık’a. O sırada Midilli’yi görmüş birini çağırdı kahveci ağabey. İçeri orta yaşlı biri geldi ve hemen anlatmaya koyuldu. Aklında kaldığı kadarıyla Midilli’yi tarif etti biraz ama sonra en anlamlı lafı söyledi: “Bir istavroz değil miydi bizi ayıran, biz ona inanıyoruz, onlar da kendilerininkine, hepimiz insanız”. Söylediklerinde sonuna kadar haklı ya, aslında istavrozdan ziyade politika bizleri ayıran. Çaylarımızı yudumlarken Hasan amcayla konuşmaya kaldığımız yerden devam ettik. Camiye neden Çınarlı Camii denildiğini öğrendim kendisinden. Avlusunda Rumlardan kalma, iki adamın kavrayamayacağı genişlikle bir çınar ağacı varmış. “Buraya şehir suyu geldiğinde her yeri kazdılar iki adam boyunda, ağacın köklerine dikkat etmediler, kırıldı kökler” diye anlattı Hasan amca. Kökleri kırılan ağaç fazla dayanmamış ve kurumuş, kuruyunca da kesilmiş. Bunları anlatırken biraz sinirlendi, belli ki simgesel bir ağacın dikkatsizlik yüzünden yok olmasını içine sindirememişti. Sonra konular konuları kovaladı, muhabbet gittikçe koyulaştı. Hasan amca, on yaşındayken Atatürk’ü görmüş. Bir an o anı yeniden yaşadı sanki “Halkı selamlıyordu” dedi. Bu gazinin Ayvalık’a ikinci ziyaretiymiş. Rumca konuşulmayacak denmiş Atatürk geliyor diye; ama mübadillerin Türkçesi az olduğundan Atatürk izin vermiş Rumcaya, Giritçeye.

 

Bir leylekten bahsetti Hasan amca. Karşıdaki cami daha kiliseyken bir leylek tepesine konmuş, durmuş. Bunu gören rahip ibadet sonrası cemaati çevresine toplamış ve bu leyleğin Türklerin

 

leyleği olduğunu, Türklerin gelip Rumları buradan kovacağını söylemiş. Bunun üzerine sinirlenen cemaat rahibe saldırmış. Bu hikâyeden Rumların içindeki korkuyu sezdim biraz. Anadolu’ya asker çıkaran Yunanlar yaptıkları kötülüklerin farkında olduğundan yaptıklarının kendi başlarına da geleceğini düşünerek büyük bir panik yaşamış ve bu korkuyla mübadele olmadan Türkiye’yi terk etmeye başlamış yavaş yavaş. Hasan amcanın hafızası iyi, kısa bir süre sonra tam da beni buralara sürükleyen şeyleri anlatmaya başlıyor. Ayvalık’taki ilk yıllarından şöyle bahsediyor: “Biz dokuz kardeş, altı oğlan, üç kız Midilli’den geldik, ablam adadan evli geldi. Sekiz kardeş iki daha eder on, bir de annem var. İki yüz tane zeytin, yirmi ağaç insan başına. Bir emir geldi – Atatürk’ten? –, nüfus başına yüz ağaç. Yirmi ağaç zeytini ne yapacaksın? Bizim orada dünya kadar malımız kaldı adada, dedelerden kalma, babalardan kalma. Bin ağaç zeytin vermeleri lazım, iki yüz ağaç verdiler. Ben babamı hiç bilmiyorum, bir buçuk yaşımdayken babam öldü. Otuz beş senesinde sattılar zeytinleri yedi yüz elli liraya… Ayvalık’ın yüzde sekseni fakirdir.”

 

O zamanki karara göre mübadillere geldikleri yerdeki taşınmaz mallarının tapusuna göre buradan aynı miktarda, büyüklükte mallar veriliyordu. Taşınmaz mallarını belgelemeyenlere ya da hiç malı olmayanlara da adam başı yirmi zeytin ağacı verildi. Kâğıt üzerinde durum böyle olsa da taksimat sırasında yolsuzluklar olmamış değil; verimli toprakların ve ağaçların kimlere verileceği sırasında haksızlıklar olmuş. Çektikleri acı yetmezmiş gibi mübadiller bir de bu sorunlarla uğraşmış.

 

Hasan amca anlatmaya devam etti, dinledikçe gerçeği daha iyi anladım. Yirmi ağacın ürünüyle nasıl yaşanacağını, ne iş yaptığını sorunca “Nasıl istersen yaşa, hep kara işçilik yaptım, kara işçilik çünkü babadan elimize mal gelmedi, muhacir geldik biz buraya. Sana bana zeytini kazma işleri, ayıklama işleri, çobancılık… Yirmi beş sene tütün işinde çalıştım. Otuz kuruş kargısı, haftada altı gün, altı günde kaç kargı yaparsa, otuz kuruştan şu kadar para kazanıyorsun ancak kumanya alıyorsun o parayla.” dedi. Söyledikleri yeterince vahim değilmiş gibi şu sözleri çekilen acıların büyüklüğünü gözler önüne seriyordu. “…çoğu yaşlımız keşke de kalsaydık memleketimizde, gâvur olacak değildik ya diyor, geldik buraya sürünüyoruz.” Bu noktada söyleyecek fazla bir söz bulamadım, kelimeler boğazımda düğümlendi, kaldı; çıkmadı ağzımdan. Acının bu kadar büyüğü tatmamıştım, bilmiyordum, tam olarak anlayamazdım. Bunların üzerinden çok uzun zaman geçtiğinden midir artık iyice ilerleyen yaşından mıdır kanıksamıştı herhalde Hasan amca. Rum evlerinden çıkan altınları, bir çömlek dolusu altın bulanların sonra fabrikalar kurduğunu; 41-45 yılları arasında yaptığı askerliğini ve Ayvalık’ta geçen bir iki olayı daha anlattı. Hasan amcayı dinlemek çok güzeldi, elini öpüp masadan kalktığım, çayların parasını verecektim ki borcumuz yokmuş, Hasan amca halletmiş çoktan. Bir kez daha teşekkür edip dışarı çıktım. Caminin fotoğraflarını çektim biraz, sandalyesini dışarı çekip biraz ileride tek başına oturan Hasan amcanın uzaktan fotoğrafını çektim, sonra bir an bankta tek başına oturan, kafasında kalpak misali, tüylü, küçük bir şapka takan bir ihtiyarla göz göze geldim. Selam verdim, yanına çağırdı. Yetmişinde gibi duran Nadir amca doksan iki yaşındaymış. Sağlığı yerindeymiş, doktor, ilaç yüzü görmemiş; maşallah, Allah daha uzun ömür versin. Yedi yaşındayken Selanik’ten gelmişler Ayvalık’a. “Selanik’i hatırlıyor musun” dedim, Rumca cevap verdi, sonra “az çok” dedi. Uzun uzun soramadım, başka şeyler söylemek ister gibiydi. Güzel, mavi gözlerindeki derinlik birçok şeyi sormaya gerek kalmadan cevaplıyordu sanki. Nadir Amca Selanik’e bir daha hiç gidememiş ama Ayvalık’tan memnun, “Ayvalık en güzel yerdir, başka bir yere gitmedim” diyor. Haklı, Ayvalık güzel, Ayvalık insanı gülümsetiyor, büyülüyor, rüzgârı hissettiriyor, denizi koklattırıyor, kendine çekiyor. Sonra geçmişi anıyor “Atatürk, İsmet İnönü, Fevzi Çakmak, bu adamlar olsa böyle olmazdık bugün”. Nadir amcanın da elini öpüp Cunda’da başka bir mübadille görüşmek üzere Ayvalık’tan ayrıldım.

 

Cumartesi olduğundan dışarıdan gelenleri ağırlıyor Cunda. Etraf cıvıl cıvıl, yerli grupların arasında tek tük yabancı turistleri gördüm, az bir kalabalık var ama rahatsız etmiyor tersine adaya canlılık katıyor. Tahminime göre Cunda’nın en havadar yerlerinden birine kurulmuş otelinde Ezer Otel tanıştım Teoman amcayla. Annesi Girit Resmo’dan gelmiş, kendisi birinci kuşak mübadil değil, altmış beş yaşında. Teoman amcayla hem geçmişten hem günümüzden, Girit’ten, Midilli’den, Cunda’dan konuştuk. Annesi çektiği o kadar acıya rağmen Girit’i söyler dururmuş; vatanından ayrılmış bir kere, nasıl hatırlamasın, yüreğinin bir parçasını bırakmış orada. Teoman amca bir kere Midilli’ye gitmiş; ama tek başına değil bir kuruluşla. “Türkçe konuştuğumu görünce hemen yanıma gelenler, ağlayanlar, Türkiye’yi soranlar oldu” diyor. Doğduğu topraklardan gelenleri görünce, geçmişini hatırlamış mübadil Rumlar da, onlar da yüreklerinin bir parçasını burada bırakmış. Yunan şarkıcı Xilouris Xilia Muria Kumata adlı şarkısında Ayvalık’a olan özlemi dile getirmiş, “xilia muria kumata makria Aivali” dizeleriyle ifade ediyor bu özlemi, Ayvalık binlerce dalga uzakta demek, sakallarımız uzadı, ruhumuz değişti diyor. Evet, seksen küsur yıldır binlerce dalga uzakta Ayvalık, Midilli de öyle, Girit de, İzmir de, Selanik de, Bursa da, Kavala da…

 

Midilli, Ayvalık’a uzanıp dokunma mesafesinde, Ayvalık’ta pazarın kurulduğu perşembe günleri Rumlar çok geliyormuş buraya. Pazarları da birkaç otobüs gelenler olduğunu görmüştüm. Kuş gribi biraz azaltmış gelmeleri fakat Ayvalık esnafı kış günlerini bu gelişlerle iyi geçirmiş. Rumların buraya gelmesi çok kolay olsa da bizler için Midilli’ye gitmek yakınlığa inat zor. Vize almak için istenen bir sürü belge, sıra bekleme, belirsizlik, konsolosluk görevlilerin onur kırıcı davranışları… “Hâlbuki bizler de onlar gibi günübirlik vizesiz gidebilsek…” diyor Teoman amca. Ah keşke, karşıya gidip Ayvalık’tan giden Rumlarla konuşmayı çok istiyordum ama zaten yeterince az olan zamanıma vize derdi eklenince iyice imkânsızlaştı bu fikir. Oradaki yaşlılar Türkçe biliyor, buradakiler de Rumca. Çarşıda pazarlıklar ara sıra Rumca yapılırmış hala. Rumca bilen yaşlılar Türkçeyi biraz aksanlı konuşuyor bu yüzden. Teoman amca biraz da çocukluğunu anlattı: “…hangi akla hizmet terk edildiyse o bina” diye bahsetti papazın evinden, hani fotoğraflarını çekerken yaşlı amcanın yanıma geldiği bina. Yol üstünde gördüğüm değirmene az buğday taşımamış, değirmenin öyle bırakılmasına, günden güne çökmesine üzülüyor. Daha sonra kendisiyle başka anadan doğma ağabeyinin yanına gittik. Salim Amcanın yaşı doksana yakın, maşallahı var; sonra başlıyor anlatmaya “dört yaşındayken mübadele oldu, işte o tarihte geldik mübadeleyle, şimdiye kadar burada oturduk”. 1954’te Midilli’ye gitmiş bir kere, “köyüme çıktım, köyümü gezdim; hatta benim annem, harbi umumide bir hastalık çıktı tifüs hastalığı, tifüsten öldü. On, on beş gün sonra da bir teyzem aynı hastalıktan vefat etti. Bizi adada tanıyan bir Yunanlı kaldı, bir kişi. Onun evine gittik, ağırladı bizi. O söyledi bana, annenin mezarı duruyor dedi. Yunanlılar Türk mezarlığını bozdular fakat babamın mezarlığın dibinde zeytinliği varmış, o zeytinliğin dibine dönmüş annemi, gittiğimde mezarlık olduğu gibi duruyordu ve dolayısıyla annemin mezarını ziyaret ettim.” Salim Amcanın merkezden on iki kilometre uzaktaki köyüne külüstür bir arabayla gidebilmiş, arabanın lastiğini üç kere değiştirmişler o kısacık yolda. Gittiği yılda Midilli’nin geliştiğini, güzelleştiğini görmüş.

 

Geçen sene TRT Salim Amcayla röportaj yapmış, onlara anlattıklarını bana da anlattı: “Buradaki Yunanlılar, hepsi bizim köye gitmiş, oraya yerleşmiş. Bütün bu Cunda’nın köylüleri, Cundalılar hepsi orada, hatta ben gittiğimde onlara ben Cundalıyım deyince bir hemşeri geldi diye bütün herkes kahvenin etrafına oturdu, Rumcayı güzel konuşurum onlarla epey anlaştık konuştuk, herkes bir yerini soruyor işte, evini, barkını. Biri çıktı, Havran’da benim kardeşim kaldı, biz buraya geldik o gelmedi, acaba nerededir, yaşıyor mudur dedi. Bizim Ayvalık’ta hiç Türk yoktu, burası Yunan şehriydi, Altınova’da Yunanlılar Türklerle beraberdi, kaçanlarla kaçtı. Kayıklarla denizden Midilli’ye geçtiler, kaçamayanlardan da öldürülenler oldu. Burhaniye’de de vardı Türkler, Türk Yunan geçiniyordu orada, Yunanlar gitti sonra sadece Türkler kaldı.” Kardeşinin

 

bırakmış, nasıl sormasın memleketinden gelen birine, nasıl heyecanlanmasın, belki bir umut demiştir kim bilir, şansını denemek istemiştir. Ben bütün bunları düşünürken Salim amca mübadillere malların verilişini anlattı: “Atatürk, bize buraya geldiğimizde herkesin tapusuna göre aynı kıymetteki malını burada verdi, malı olmayan herkese de nüfus başında yirmi ağaç zeytin, bir buçuk dönüm arsa verdi, ev de verdi tabii. Bunlarla burada geçinemeyenler bıraktı, sattı, saldı sağa sola gittiler. İzmir, Aydın, Manisa orada işlerini doğrulttular. Burası fakir bir memleketti. Babam orada bıraktığı araziye karşılık bu bahçeyi aldı. Babam öldükten sonra taksimata gittik, ben burayı aldım”. Salim amca arazisine otel yapmış ve Cunda’nın turizm belgesi alan ilk oteliymiş Deniz Otel. Hatta oteli yaparken dalga geçenler olsa da müşteriler geldikçe hepsi mahcup olmuş.

 

Tekrar Ayvalık’taki yıllara döndük. Salim Amca ve ailesi biraz daha şanslılardan, ilk yılları nispeten iyi geçmiş. Midilli’deki mallarına karşılık buradan aldıkları mallar ve şu an üzerinde durduğumuz arazi geçimlerine yetmiş. Yetiştirdikleri ürünlerle geçinebilmişler, “o zaman motor da yoktu, kayıkla, kürekle, yelkenle Ayvalık’a sevkıyat yapılırdı, alınan parayla geçinilirdi, zeytinleri de vardı babamın, zeytinler toplanırdı. Biraz da hayvanları da vardı, o şekilde geçinilirdi” diyor. “Biz iyiydik” dedi Teoman Amca o sırada, “mal vardı” dedi ağabeyi de. Hasan Amcadan bahsedince Salim Amca biraz daha anlattı: “Çoğu yıkık evin sahibi buradan kaçtı, İzmir, Aydın, Manisa, Muğla’ya gittiler, çalışmaya, karınlarını doyurmaya gittiler, burada açtılar, iş yok güç yok, o evler hep o bakımdan yıkıldı. Ev karın doyurur mu?” Doyurmadığı için mübadelenin üzerine geçinme derdi canlarını çok sıkmış mübadillerin. Salim ve Teoman Amcayla biraz da Rumların adetlerinden, bağlarından, şaraplarından, içkinin erbabı olduklarından, her kadehte değiştirdikleri mezelerle içtikçe içildiğinden konuştuk, onlar anlattı ben dinledim.

 

Salim Amcadan ayrıldıktan sonra Teoman Amcayla kordonda biraz dolaştık, önce Ahmet Yorulmaz’a bakındık, bulamayınca Ali Onay’ı aramaya koyulduk. Ali Amcanın röportajını kitaptan okumuştum ama anılarını onun ağzından dinlemeye tabii ki hayır demezdim. Üç katlı, güzel bir evi var Ali Amcanın, mübadele zamanında vermişler bu evi, kendisi tam bir beyefendi, terliksiz adım attırmıyor yukarıya, likör ve çikolata ikramıyla başladık sohbete. “88 yaşındayım, benim köküm Anadolulu. Aydın’ın Nazilli sancağından 1672 yılında Girit’e gitti sülalem, Ayvasili bölgesinde geniş bir alana yerleştiler. Ondan yıllar sonra babamgiller şehre – Resmo – yerleşti ve iki yüz elli sene Girit’te yaşadık, yüz elli sene kavgasız; ama 1821 Mora İhtilali’nden sonra politik durum durulmadı, hep ihtilaller, hep kavgalar, hep öldürmeler, hep yakmalar… 1922’ye kadar devam etti bu.” Fransız İhtilali’nden sonra Osmanlıda başlayan çözülme ve Balkanlardaki özgürlük hareketleri, savaşlar Girit’in de huzurunu bozmuştu. Mübadele sırasında küçük bir çocuk olan Ali amca hatırladığı kadarını ve sonradan Girit’e yaptığı ziyareti şöyle anlatıyor: “Ben evimizi hatırlıyorum ama ben 1999’da Girit’e gittiğim zaman evimizi bulamadım, birçok yardım bulmama rağmen, ancak annemin yazlığını buldum, muazzam, annemin anlattığı gibi ve çok etkilendim. Diğer bağlarımızın ve bahçelerimizin olduğu yere gittim ama hepsi konut olmuş.” Tanıdıklar var mı diye aramış, “Şehirdekiler pek tanıdık değildi ama köylü tanıdık çok. 1999’da Anadolu’dan gidenler bizi davet etti ve ellerinden geldiği kadar bizi memnun etmeye çalıştılar.” Sonra oradaki küçük bir anısını ekliyor: “Bir berbere girdim, birkaç kişi vardı, oturdum, mecmuaları okuyordum, sıram geldi. Ben kalktım, jiletim yok dedi, zararı yok beklerim dedim; ama artık müsait değilim dedi. Zararı yok, teşekkürler dedim, kalktım. Genç çünkü genç, bunları böyle aşıladılar.” Teoman Amca da Midilli’ye gittiğinde gençlerin yaşlılar gibi ılımlı olmadığını gördüğünü söylemişti. Bizim daha iyimser olduğumuza inanıyor ikisi de, ben de onlara katılıyorum. Sonra biraz daha tarih konuştuk, 1821’den 1919’a Yunanistan’ın Anadolu’yu işgaline kadar. 1919’dan sonra tekrar mübadeleye geldik, Ayvalık’taki ilk günlerini anlatmaya devam etti: “Bize daha evvel bir ev verdiler, sandıklarımızı

 

almıyordu bizim evimiz. Ama sonra tapularımıza baktıktan sonra bize bu evi tahsis ettiler ve Girit’teki mallarımıza karşı devlet yüzde kırkını verdi, yüzde altmışı devletin kasasında kaldı. 24 Mayıs 1924’te geldik biz, bizi davullarla karşıladılar çünkü altı ay evvel bir vapurlarla Midilli’den gelmişlerdi.” Adaya çıktıkları yeri de ayrıntılı söyledikten sonra devam etti Ali amca: “ Aşılandık ondan sonra bizi Papazın sarayına aldılar ve zeminden birinci kata girdik, hatırlıyorum hala deniz kenarındaki odayı, on beş gün kaldıktan sonra çıktık. 1896 ve 1906 yılında iki sefer adaya geldi babam. Adayı çok iyi biliyordu. Mustafa Bey, İzmir’den geldi, ablasını ve bizi İzmir’e götürmek istedi ama babam gitmek istemedi, ben burayı biliyorum dedi. Ama Ayvalık’ta iş zordu, sabunlar pişti, piyasa yok. 45 küp yağ doldurdu babam, yığıldı sabunlar, piyasa yok. O zaman motor yok, yüklediler gemiye, ta Babakale’den körfeze dayanarak İzmir’e doğru gittiler. Çocuktum o zaman bir ay mı iki ay mı sürdü bilmiyorum yalnız şunu çok iyi hatırlıyorum gemi geldiği zaman babam bu iş bitti dedi. Arkadan Amerika krizi geldi, o zaman dolar doksan kuruş, mark elli kuruş, Osmanlı lirası yedi buçuk – sekiz. Böyle bir ortam, yağları doksan kuruştan toplamıştı babam, yağlar otuz beş kuruşa düştü. Babamın birinci zararıydı bu. Bunun üzerine kâhya babamı Pateriça’ya davet etti. O zaman bütün evler ayakta, bu şehir – Cunda – ayakta, şehrin içinde beş tane büyük kilise, iki tane aile kilisesi. Kiliseler ibadethane değil, bir müze. Biz ufacıktık hatırlıyoruz. Geldikten sonra mengeneyi, o binayı maliyeden aldık. Mengeneyi orada kurduk, babamın vefatından sonra ben orayı değiştirdim, fabrikaya çevirdim.” Ali amca ve ailesi oradaki mallarına karşılık burada verilenlerle geçimlerini sağlayabilmişler ama Giritli mübadillerin genel olarak 1919’dan 1924’e kadar Rumların baskısından dolayı fazla çalışamadıklarını ve hazır para yediklerini söyledi. Bu kadar süre yenen hazır para sonrasında fakirliği getiren en büyük nedenlerden. Ali amca daha sonra Girit’ten gelen çok zengin bir ailenin burada fakirlik içinde yaşam sürdüğünü anlattı.

 

Konuşmamızın sonlarına doğru Ali amca bugünle ilgili görüşlerini belirtti: “Ben hep dostluğu savundum. Babam bütün çektiklerine rağmen bizi düşmanlıkla büyütmedi ve ben minnettarım babama; ama onların yaptığını biliyorum. Bütün bunlara rağmen ben iki komşu devletin mutlaka kardeş gibi geçinmesi gerektiğine inanıyorum çünkü kanlarımız karışık. Birbirini öldürmenin ne lüzumu var, eğer düşmanlık ortadan kalkarsa harp malzemesine verilen para halka intikal edilecektir ve zenginlik gelecektir bölgeye.” Umarım Ali amcanın bu doğru sözleri bir gün gerçek olur.

 

Ali amcayla uzun uzun konuştuk, sadece mübadeleden değil, tarihten, Osmanlı’dan, Yunanistan’dan, Ayvalık’ın özerkliğini isteyen Rumlardan, babasının Anadolu’daki haberleri Fransız gazetelerinden almasından, Cunda’nın kuruluşundan ve adından (Ali amca Cunda isminin yanlış olduğunu, doğrusunun Yunda olması gerektiğini söyledi, önce Piri Reis’in haritasından adanın yerini gösterdi sonra da bir Osmanlı mührü üzerinde adanın adını okudu.). Sohbet kimi yerde Rumcaya döndü, ikisi de Rumca biliyor, tabii ben hiçbir şey anladım. Aslında sadece Ali amcayla yaptığım konuşmadan başlı başına bir yazı çıkar. İsimleri, tarihleri, olayları hiç unutmamış Ali amca, hafızası tek kelimeyle mükemmel. Kendi gördüklerinin yanı sıra, babasından dinledikleri, tarihe ve okumaya olan merakıyla genişleyen bilgi haznesi sohbetimizi türlü dersler çıkartılması gereken iki saatlik bir ziyafete dönüştürdü. Ali amcanın odası müze ve kütüphane gibi, duvarlar boydan boya kitaplık, annesinin annesinden, daha büyüklerinden kalma, Osmanlı saray giyiminin örnekleriymiş gibi duran bayan kıyafetleri, Girit’ten getirdiği tatlı takımı, babasının pasaportu ve diğer tarihi belgeler, duvarda Türkçe, Rumca, Arapça yazılar; eski paralar, odanın hemen dışında eski sandıklar…

 

Ali amcanın evinde tarihe kısa bir yolculuk yaptıktan sonra anı fotoğrafları çekip ayrıldık. Biz sokağın sonuna gidene kadar kapıda bekledi. Sokağın sonuna gelirken sayıları iyice azalan birinci kuşak mübadillerden dört tanesiyle görüşebildiğim için, birebir onların anılarını dinlediğim ve yaşadıklarını yazabildiğim için ne kadar mutlu ve şanslı olduğumu düşündüm. Cunda’nın yavaş yavaş toplanmaya başlayan pazarında yaptıkları için teşekkür edip Teoman amcaya veda ettim. Yaklaşık iki buçuk saat sonra hava kararacaktı ve güneşin batışını izlemek üzere Şeytan Sofrası’na gittim. Önce minibüs, ardından da otostopla tepeye çıktım. Manzaranın tarifi yok, kelimeler bu güzelliği anlatmaya yetmiyor. Karşıda adalar ve koylar, ileride Ayvalık ve Cunda, tam ters yönde ve en ötede Midilli, arada Çıplak ada ve ona eşlik eden küçük adalar… Adalar tepelere karışıyor, hepsi bir çizgide birleşiyor, birazdan batacak olan güneş de bugünlük son kez tepeden onları izliyor bizim gibi. Çamlıklar hemen aşağıda, etraf yemyeşil, Taşlı Manastır sivrilmiş biraz Ayvalık’a uzanıyor sanki. Güneş Midilli tarafından batıyor, en çok oraya bakıyorum, bir güneşe, bir Midilli’ye, sonra kafamı çevirip Ayvalık’a. Gözlerim Ayvalık ve Midilli arasında gidip geliyor, mübadeleyi düşünüyorum bir yandan, sanki arada bir köprü kuruyorum, şehirler birleşiyor, İzmir kardeşi Selanik’i kucaklamış, Girit ve Midilli de Ayvalık’ı, insanlar memleketlerine gidiyor, eski evlerine, orada bıraktıklarına bakıyor, uzun ayrılık bitiyor artık, üzüntü ve özlem yerini dostluğa ve gülümsemeye bırakıyor, seksen küsur yılın ardından iki taraf tekrar birbirini kucaklıyor, yüzyıllar öncesinde olduğu gibi tekrar komşular, birbirlerine saygılılar, dostlar.

 

Son söz:  

Araştırmamın İstanbul ayağında yardımlarını esirgemeyen Başak Aytaç’a, Ayvalık’ta yardımcı olan akrabası Kayhan Ezer’e; çok değerli vaktini ayıran ve Cunda’da benimle beraber dolaşan Teoman Ezer’e, anılarını içtenlikle paylaşan ağabeyi Salim Ezer’e, beni evine kabul edip anılarını uzun uzun anlatan Ali Onay’a, kahvede konuştuğum Hasan Üstendoğan’a ve Nadir amcaya, Ayvalık ve Cunda’nın iyi insanlarına çok teşekkür ederim.

 

Alıntıdır: Samsun Mübadiller Derneği

Emre Büyükçerçi: emreb@su.sabanciuniv.edu

 


View this Post in: English French Arabic German Greek Japanese Spanish

Facebook'da Paylas

Bakın Millet Neler Demiş?

2 comments
  1. admin
    Haziran 22, 2009
    sus

    harika yerler çok güzel tavsiye ederim


    View this Comment in: English French Arabic German Greek Japanese Spanish

    Cevap yaz
  2. ayşe saray
    Aralık 2, 2012
    sus

    ben çocukken adı CUNDA adası idi..yazın tatile oraya götürürdü babam bizi.bu yetiştirme yurdu bizim evimiz gibiydi.hatta bir de kardeşliğimiz olmuştu bu yurtta yaşayan..annem onu evlat edinmek istemişti,biz 4 kardeş te çok istemiştik.ama sanırım yasal düzenlemeler izin vermemişti.bu yaz görev gereği gittim o tarafa yıllar sonra.gece vakti ulaşabildim,içeri giremedim,harabe idi.annemin evlat edinmek istediği o güzel çocuk nerede,ne yapıyor acaba?ah onu bulabilsem..birlikte papalina yesek..


    View this Comment in: English French Arabic German Greek Japanese Spanish

    Cevap yaz

Söyleyecek birşeylerim var diyorsanız!

Resminizi ekleyin!
Gravatar'a katılın ve burada resiminizde yayınlansın. Hemde Bedava!